29 Aralık 2009 Salı

Nebil Tahincioğlu ile söyleşi; Beşinci yazı

Değerli İzleyici,
Ekim sonu Muğla/Köyceğiz, ardılı hafta Kasım ayı Ankara, Kulu, Uçhisar ve Ürgüp'ten geçti yolumuz, söyleşiler yaptık. Sayın Tahincioğlu salt bir işadamı değil, bir ide bankası gibi sürekli yeni tasarımlar peşinde koşan ve daha ilk okulda, dahiler sınıfına alınan bir insan.

Nebil Bey çocukluk anılarıyla ilerleyen bu söyleşide bir Tahincioğlu ailesi, Mardin öyküsü de sunuyor bizlere.

Sırası geldikçe aralıklarla birkaç kez sürecek olan söyleşinin ilk bölümünü birlikte izleyelim.

Sevgi içtenlik...
Tekin Sonmez, Stockholm, 29 Aralık 2009
SORU; Sayın Nebil Tahincioğlu 1000 metrekarelik Kongre merkezini açtınız. Biraz bilgi verir misiniz? Buna kongre merkezi diyebilir miyiz?
YANIT; Evet kongre merkezi. Burası 1000 metrekarelik 1500 kişi alabilen ana salonun dışında, dokuz ilave salondan oluşan bir kompleks. Convention center da diyoruz, İngilizcesi.

SORU; Bir ana salon, dokuz ilave salon! Müthiş! Türkiye açısından da müthiş! Bir sıralama var mı? Büyüklük ve teknik olanaklarıyla Kapadokya bölgesi ya da Anadolu’da benzeri var mı?
YANIT; Tekin Bey, kongre merkezimiz, Anadolu’da bir numara, ama Türkiye’de ilk 20’nin içinde. Antalya, İstanbul, Ankara’da benzerleri var. Benzerleriyle 20’nin içindeyiz.

SORU; Açılış ve ilk kongre ne zaman olacak ya da ne zaman oldu?
YANIT; İlk açılışta, Türkiye Ortodonti Kongresi yapıldı. Çene cerrahisi, Türkiye çapında. Organizasyon çok başarılı olmadı ama yurt dışından gelenler yurt içinden gelenlerden fazlaydı. Genelde ulusal bir kongre olduğu zaman,yüzde yirmi otuz oranında da yurt dışından konuşmacı, katılımcı olsun isteniyor, artık kongreler hep öyle.

SORU; Kongre merkezi sizi tatmin ediyor mu bu haliyle, hedef ve tasarımlarınız nedir? Kimleri ağırlamak istiyorsunuz?
YANIT; Benim burda kongre merkezinde hedefim, kongrecilerin mümkün mertebe tüm ihtiyaçlarını karşılamak üzere alt yapısını ona göre yapıyorum. Bol toplantı salonu olsun; salonlar tam teçhizatlı olsun, iyi havalandırılılsın, çünkü kalabalık insan topluluğunun saatlerce bulunacağı bir yerin hava kalitesi çok önemli; doğal, temiz hava kalitesi aşağı düşmeden sürsün ki, konuklar verimli olsunlar.

SORU; Kapadokya’da bir numara olan bir kongre merkezi, evet;‘hava kalitesi çok önemli,’ dediniz. Böyle bin beşyüz kişiyi ağırlamak cesaret ister Nebil Bey! Havalandırma kalitesi yüksek. Öne aldığınız başka neler oldu? İletişim, medya! Burdaki kongreyi New York’a bildirecek kadar anında dünyanın her yeriyle iletişim kuracak bir sistem var mı?
YANIT; Zaten bu altyapı internet üzerinden.. geniş bir internet altyapısı kurduk. Tabii bilgisayar altyapım var. Tabii, tele konferans dedikleri sistem. Elimize geçirdiğimiz bütün son sistemleri kurmaya çalıştık. Teknoloji, tabii sürekli yeni şeyler çıkıyor. Türkiye’de, gelen acentelerin söylediği, ‘çok şey düşünülerek yapılmış bir sistem. Kongre merkezi, neye elimizi atarsak, ne istersek bulabiliyoruz.’ Örneğin 50 tane laptop aynı anda, tamam bağlanıyoruz wireless olarak 50 tane aynı anda açılıyor, şarjını da sağlıyor.. kayıp zaman olmuyor bizde, altyapımız var, kesintisiz güç kaynaklarıyla... Biz en çok ihtiyaca hitap eden, en az problem yaşatan bir kongre merkezi yaptık.

SORU; Müthiş.. bunu başlık yapacağız; ‘En çok ihtiyaca hitap eden, en az Problem yaşatan.’
Nebil Bey, Kapadokya bugün dünyada önde gelen bir ‘destination’ değil fakat, Perissia.. konaklama, ağırlama ve Ürgüp, Kapadokya’da eşsiz doğa güzellikleri var. Elektirik kesintisi olmadan dünyaya bir anda açılan dizüstü bilgisayar bağlantıları ve böyle donanımlı teknolojisi ile uluslararası sınırları aşacak mı ve Perissia Oteli ve kongre merkezi dünyada birinci sırada en büyüklerin arasında Kapadokya’yı bir marka yaptı,denilebilir mi?

YANIT; Perissia Oteli ve Münir Tahincioğlu Kongre Merkezi, diyebiliriz. Babamın adını verdim. Evet! Dünyada ilk sıraya girmek gibi bir hedefimiz de olabilir, belki.. ileride. Neden olmasın? Kapadokya bugün dünyada önde gelen ‘destination’ bir marka değil, ama ileride neden olmasın?
SORU; Anne ve babanızın öyküleri de ilginç. Babanız mutlu görünüyor. Hayırlı evlat, diyecekler. Sonuç Tahincioğlu ailesini de mutlu etti mi?
YANIT; Evet! Aile büyüklerimiz açılışa katıdılar. Yüzümün akıyla bu işi tamamladım. Annem ve babam ortaya çıkan bu eserden memnunlar.

Ürgüp, Kasım 2009

9 Aralık 2009 Çarşamba

Uçhisar ve Sayın Şener Oktik; Dördüncü yazı

Değerli İzleyici,
Ekim sonu Muğla/Köyceğiz, ardılı hafta Kasım ayı Uçhisar ve Ürgüp'ten geçti yolumuz, söyleşiler yaptık. Uçhisar’ı sıcak anılarla yaşayan, Muğla Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sayın Şener Oktik karşımızda.

Sayın Oktik, değerli bir bilim insanı. Bireylik odağı çocukluk anılarıyla ilerleyen hoş bir Uçhisar sunuyor bizlere. Aralıklarla birkaç kez sürecek olan söyleşinin ilk bölümünü birlikte izleyelim.
Sevgi içtenlik...
Tekin Sonmez, Stockholm, 9 Aralık 2009

SORU; Sayın Oktik, Kapadokya, Uçhisar bir yana, Muğla bir yana, ikisi de kendi vazgeçilemez değerleriyle saklı dursunlar. Sizi Şener Oktik yapan arkaplana baktığımızda ne göreceğiz? Kapadokya sözcüğünü işitince kulaklarınızda ne tür bir çınlayış olur?

YANIT; Sayın Sönmez, benim ailem Uçhisarlıdır. Ailem Ankara ile Uçhisar arasında.. çocukluğum şöyle.. aslında ilginç bir şekide ailem 1950’lerde, ben doğmadan önce.. bugünkü Almanya sendromuna benzer, Anadolu’daki büyük şehirlere gitme sendromuna uygun olarak.. babam Ankara’ya geliyor ve Milli Eğitim Bakanlığı'nda bir iş buluyor. Ama kafasındaki şekil, işte belli bir malvarlığından sonra dönüp köyünde tarlasıyla çalışmak.. ve buna uygun olarak da Ankara ile Uçhisar arasında, 68-70’lere kadar gidip gelmeler devam etti. Ben dolayisiyle Ankara doğumlu olmama rağmen nüfus kaydım Nevşehir. Üniversite yıllarıma kadar biz her sene yazın burdaki tarlalarımızın, bağlarımızın (üzüm bağlarımız vardı bizim patates de ekilirdi) bunların hepsinin ürününü toplamaya veya ürününe belli zamanlarda müdahale etmeye, işçi tutmaya falan gidilip gelinirdi. Ama, işte eylül başı geldiğinde biz Ankara’ya dönerdik tekrar okula yeniden.. herşey.. işte kılık kıyafet dizilir, kitaplar alınır. Ben Ankara Kurtuluş Ortaokulu ve Kurtuluş Lisesi’nde daha sonra Ankara Fen Fakültesi’nde okudum, ardından doktora yağmak için İngiltere’ye gittim.

SORU; Uçhisar - Ankara arası geçen bir yaşam var arkaplanda, çocukluk öyküleri de bu öze bağlı geçmiş olmalı. Yaşamınızda size hoşnutluk veren çocukluk anıları olmalı. Bu anılar bir ucundan nasıl açılabilir? Tabii hoş şeyler. ‘Eylül başı geldiğinde biz Ankara’ya dönerdik,’ dediniz. Doğa içindeki o duygulu doğal ortamdan uzaklaştınız; Ankara’da bir yıl sonrayı nasıl düşlersiniz?

YANIT; Tabii tabii o yazı.. özlemle çekiyoruz.. hatta şu olurdu.. bakın, ailede benim bir de küçük kız kardeşim var, şu anda o da öğretmen.. o okula başlamadan önce annem ve kız kardeşim yaklaşık olarak işte Nisan sonu Mayıs’ta giderlerdi bir an önce ki, işleri halletmek için. Biz babamla Ankara’da, baba/oğul benim okul kapanana kadar yaşardık. Bu dönem de benim için çok ayrıcalıklıdır, bir insanın babasıyla bir arada kalması... Yani herşeyinizle babanız ilgileniyor, çamaşırınızla babanız ilgileniyor yemeğinizle babanız ilgileniyor o da ayrı bir duygu tabii, ordan bir şeyleri öğreniyorsunuz.

SORU; Evet baba/oğul.. tabii çok ilginç, Turgenyev’in ya da başka yazarların işlediği o konuya, daha sonra dönebiliriz. Bireyin arkaplan öyküsünü kuran, varoluşturan, o çocuğu erginleştiren düzlemde anne baba ilişkisi derin izler bırakıyor; ‘ben çocukluğumun çocuğuyum,’ diyen bilim insanları var. Sizde, baba motifi derin iz bırakmış ve.. bir de Uçhisar - Ankara arası diyebilecek miyiz?

YANIT; Evet, herhalde onun etkisi olabilir, baba oğul, o birlikte yaşamak, diğer yaşantılarda anne baba bir arada olduğumuzda bir aileyiz, bir paylaşılmışlık var.Yani pastadan herkese küçük bir parça.. ama baba oğul olunca yaşamı ikiye bölüyorsunuz..Bakın insanın hayatında hep, böyle hep saklasa da öne çıkardığı yakınlıkları vardır, bazıları annesine, bazıları babasına çok yakındır. O dönemler, sanırım benim babama çok yakın olmamı sağlamıştır. Babamı çok severdim, böyle düşünüp de hani birileriyle sohbet etmek istersiniz de o birileri artık burda olmasalar da yaparsınız ya o sohbetleri.. onlar seçilmiş insanlardır, bunlardan birisi babamdı benim.
Muğla, Kasım 2009

7 Aralık 2009 Pazartesi

Üzüm kütüğü anayurdu; Üçüncü yazı

Değerli İzleyici

Bu blog, ülke değerlerine tanıtım katkısı veren birey, konu ve olaylarla Kapadokya izi sürecek. Bu açıdan iki deneme yazısı sunmuştum.

İlk yazı Aristophanes ve Dionysos. Tarih öncesiyle bizim olan, Anadolu’yu saran ve Anadolu’yu öteki topraklardan ayıran biraz da içrek bir konudur bu. Dionysos biraz da değil çokca Kapadokya’dır.

Kapadokya sözü sınırları esnek bir toprak parçası gibi görünse de, sonuç olarak Orta Anadolu’dur keşif masasında irdelenen yer.

Aristophanes yorumlarıyla Dionysos bu esnek sınırları aşarak Ege’ye Akdeniz’e ulaşan ve evrensel bir platformda başlı başına gündem olan ve edebiyat sınırlarından taşarak daha başka alanları kapsayan ve dar çerçevelere sığmayan ruhsal dinginlikle ve esenlikle doludizgin düşündürücü çoşkun ve içrek bir konudur.

Böyle olsa bile, bugün bile kesin anayurdu saptanamamış üzüm kütüğü kültünün özüne indirgenen Dionysos, bireyine göre hem sert, yakıcı ve yıkıcı fiziksel dünyayı algı ortamı için kolaylaştırdı ve sevimli kıldı, hem de tinsel dünya ile bir inancalar zinciri de oluşturdu.

Kapadokya sözü eşzamanlı bir çağrışım efekti yapacak ve bu konularla biraz içli dışlı olan zihinler için bireyine göre, bireyin bilgi dağarına bağlı algı sınırları oranında düş ve giz kapılarını yeniden yaratacaktır.

Duruma böyle bir açıdan, her türlü güdülemeden uzak, serbest ve bağımsız bir zihinsel etkinlikle yaklaşılınca Dionysos ve üzüm kütüğü kültü ile açılan içsel söyleşiler ve ortaya çıkan derinlik bu konunun tarih öncesi bağlantılarını da derin sulardan çekerek getirecektir.

Bu konuyu nesnel yazın dünyasına sunan ilklerden birisi de, yazılı metinler açısından Aristophanes adı ile öne çıkacak, çağları aşarak bize ulaşacaktır. Ne yapalım ki ister istemez bu böyledir.

Üzüm kütüğü anayurdu, ister Kapadokya olsun ki, bana göre en yakını budur, ister Kuzey Mezopotamya olsun, ister Pera yamaçları, Galata bayırları, İstanbul, ister Kars Platosu üçgenleri içinde Gürcistan Ermenistan, olsun evet ne değişecektir?

Şöyle de olsa böyle de olsa yine Dionysos sahne alır, eldeki verilerle yine Aristophanes sahneye çıkar ve yine Dionysos ve üzüm kütüğü kültü üzerine arkaik yazınsal metinlerini masaya bırakıp geçip gider.

Bu ve başka nedenlerle ilk yazı, Hititler’i de güncelleyen bir düzlemde, Aristophanes ve Dionysos ikilisi ile ilişkin bir deneme yazısı oldu.

Yayınlanışının onuncu yılı olan kincisi ise, yirmi yıl aradan sonra bir kez daha gidişimde yazmıştım ve bu da Radikal Gazetesi’nde (23 Şubat 1998 s.4) yayınlanmıştı. Gelecek yazı ise bir söyleşi olacak.

Açıklamada geciktim. Geçtiğimiz günlerde, Kasım ayında yolumuz ilkin Muğla’dan geçti, ilkin Köyceğiz’de konakladık, ardından yine Muğla’ya döndük ve söyleşiler yaptık. Bununla yetinmedik, nasıl oldu ise bu kez yolumuz İstanbul, Ankara, Uçhisar’dan, Ürgüp, kısacası Kapadokya’dan geçti. Yine söyleşiler yaptık, anı tazeledik ve döndük.

Gelecek yazı bir söyleşi olacak, dedim ya, çocukluğuyla bize Uçhisar’ı anlatan, daha özü Uçhisar’ı Muğla’da yaşayan Sayın Şener Oktik, (Prof Dr, Muğla Üniversitesi Rektörü) söyleşi konuğumuz olacak.

Sayın Oktik, Türkiye ile kendisini içselleştiren değerli bir bilim insanı olmakla birlikte, bireylik odağı olan çocukluk sarmalında güzel yaşam deneyimleriyle ve anılarıyla dolu dolu bir Uçhisar ile ana/baba ocağını unutmayanlardandır. Söyleşi, anılarla ilerleyen bir Uçhisar sunacak.
Sevgi içtenlik...

Tekin Sonmez
Stockholm, 6 Aralık 2009

24 Eylül 2009 Perşembe

Aristophanes, Dionysos, edebiyat; İkinci yazı

Değerli izleyici,

Bu bir deneme yazısıdır ve Kapadokya üzerinedir. T.S.

Anadolulu Dionysos/Bakkhos ve yazınsal metinler konusu bu satırların yazarı için en azından Aristophanes Dionysos başlığı ile yetmez, daha fazlasını bekler.

Bu satırların yazarı bunu bilerek, kısa bir süre için Azra Erhat’a dönüyor hemen. İleri sürdüğü düşünce ile Azra Erhat, yazınsal bellek için Halikarnas Balıkçısı’nı kaynak alır. Bu satırların yazarı Balıkçı’yı ve Erhat’ı atlayarak Aristophanes’den Dionysos’un kendisini, arkaik felsefe açısından Kapadokyalı üzüm kütüğü kültünü kaynak alıyor.

H. Balıkçısı’nın ortaya attığı görüş, zeybekler ilkçağdan kalma 'lobakkhi' adlı bir topluluktan türemedir, diyen kim? Erhat! Gösteren kaynakta Ege/Grek yok. Lobakkhi ve zeybek! İlk andıç burada!

'Dionysos Lydia, Phryggia (Frigya) tanrısı, Homeros destanlarında düpedüz Asia diye anılan yöreden gelmektedir’ diyen kim? Erhat!

Bu satırların yazarı ise diyor ki, bugüne dek keşif masasına gelmeyen, fakat Homeros ile bilinen ve açılmayan soru;‘düpedüz Asia’ neresidir?

Dionysos, Frigya, ‘düpedüz Asia’ bir andıç da buraya düşelim!

Bu arada objektifimizi hep birlikte şu yöne çevirelim diyor bu satırların yazarı. Dionysos’u izlemek üzere bir yan kulvara girecek sonra yine düz yola çıkacağız. Bekleyelim, görelim!

Romantik çağrışımla bir düş dünyası örse bile, yazılan konu, yazarın kimliğine göre edebiyat olur mu, meraklısına somut belgeler vererek evrenselleşme yolunu açar mı bir deneme yazısı? Bunu göreceğiz.

Bakın ne oldu?
Tarih öncesi çağlarda arkaik söylenceler işlenir. Kapadokya kaynaklı veriler Hattuşa’nın yakılışı, Hititler’in (İÖ 1190) ortadan silinişi ile Geç Hitit kent krallıkları (İÖ 700) ardılı yüzlerce yıl Kızılırmak Deltası, Kapadokya Platosu eski çağ gezgini ile elden ele gel/geç bilgiler aktarılarak gider gelir bizi bulur.

1 Hangi gezginler hangi bilgiler? İşte size bir andıç daha değerli Okur.

Çoğu serüvenci yarı 'Kinik' Sokrates’in öğrencisi Atinalı Antisthenes (İÖ 444/368) okulu etkisi alan gezginlerden kalan mitoslar çevresinde elden ele devşirme anlatılardır. Önemli bir andıç daha; yarı/kinik.

Burada kullandığım ‘yarı/kinik’ tanımı bir dünya gezgini romancı ve denemeci olan bu satırların yazarına aittir. Erdem ve tanımı; dünya nimetlerine/mülke, maddi değerlere bağımlı olmamakta görülen bu felsefel okulun etkisinde kalmaktan çok, burada çileli yaşam koşullarının getirdiği zorlukları, ancak bağımlılık isteyen her türlü bedensel gereksinimlere de ister istemez sırt dönen ve uzak düşen bu gezginlerin ayak izleri, bir yanı ile ünlü coğrafyacılarla pekişiyor, bir yanı Buda (İÖ 563-483) ile. Şöyle ki bu yol gezginine göre Nirvana’dan geçer, romantik çağrışımlar da verir, nesnel/somut belgelerle de...

2 Anayurdu, Anadolu asma yaprağı, üzüm kütüğü kültü de bir belgedir.

Doğduğu evi/bahçeyi, aydınlandığı/ilk söylev verdiği Bodh Gaya, kutsal ağaç ve stupayı çarıklarıyla yol tepe tepe S. Gautama’nın öldüğü kenti de gören bu satırların yazarı için Budha, romantik değil nesnel/örnek bir anlatı olur. Siddharta ve H. Hesse anımsanır.

Şimdi bir an duralım! Buradan yol uzar. Burada patikadan geçelim hemen! Patika da olsa uyanıklık yapıp, üzüm yemek için çitten atlasak da içeriye, ivecen bir ikilem (dilemma/paradoks) önümüze çıkacak.

Üstteki 'eski çağ gezgini ile elden ele gel/geç bilgiler konulu andıç geldi ve bekliyor. Bir andıç da Lobakkhi ve zeybek! Geriye dönelim.

Bakın ne var ne yok? Bizim için ne var, ne yok? Asma yaprağı/üzüm kütüğü kültü taşıyan Hititler belgelerle bugünden yüzyıl öncesine dek küllerle örtük bekler. Genel Kapadokya bir yana, içeriden yazılı doğa, insan, ister romatik ister nesnel kült belgeleri yok. Fakat şöyle bakın!

'Bu yurt bizim,' diyorsanız, bağcıyı dövmeden üzüm yemek istiyorsanız buyurun! İşte bir andıç daha! Evet, şöyle bakın ve yanılmayın! İyi bakın! Somut olarak elde üzüm kütüğü kültü var! Burası Kapadokya!

Destanlar atası İzmirli Homeros Kapadokya ve Kızılırmak Deltası'nı da Muğla/Karia, Manisa/Aydın çevresi Lydia Sardes, Troya, Çanakkale Boğazı gibi anlatı yeri olarak betimledi mi? Bu soru beni ilgilendiriyor.

3 Homeros, Kapadokya ve Kızılırmak yayını da destanlarında işledi mi?

Evet, Değerli İzleyici, deneme yazısı sınırları içinde bu konu sürecek...

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez

19 Eylül 2009 Cumartesi

La Sagrada Peri Hazineleri Peşinde; İlk yazı

Değerli İzleyici,

Cinlerin külahları da kişisine göre erotik simgelerle deli dolu maskeler dünyası da denilebilir, uzaktan bakılınca. Venedik'te görülen sonsuza dek uzar gider bir karnaval fantasyası tanımı da uygun düşer. Barselona'ya gidenler Gaudi adı konusunda simgelerle dönerler geriye. İşte bu Gaudi, Kapadokya'da peri bacalarını görmeden La Sagrada Familia mimarlık anıtını yapamazdı, diyenler de çıkabilir.

Kapadokya, demek kolay! İyi de Kapadokya ne demek? Şimdi yumuk, fakat yumuşak serin bakışla, bir yabancı bir yaban gibi değil, bizimle olan, özbenliğimizle büyülü bir aynadan içimize dolan şeye bakıyoruz.

Neden? Tıpkı içsel oval çemberlere dönüşen tüf taşı kıvrımlarındaki geçişken örgülerde bir fantasya arar gibi bakıyoruz oraya ve evet ve nedense orada kendimize göre nesneler dünyası görüyoruz. Doğaçtan öz, ben, benden içeri, hoşgörüsüdür bu, değirmi simgeler çizerek geriye kendine şöyle ki bize dönüyor. Burası Kapadokya arkaik pagan doğa kalıtları üzerinde yeşeren Bektaşi hoşgörüsünün toprağıdır...

İlk izlenimlerimi 1997'de o ışıklı güz, Son Oğuzlar köyünde çektiğim fotoğraflarla Sivas yolu dönüşümde yazmışım; 23 Şubat 1998 Radikal Gazetesi, 1. sayfadan, 4. sayfaya doğru yayınlanmış. Arasam, 70'li yıllarda ilk gidişimi siyah beyaz fotoğraflarda bulurum. Evet, on yılı aşkın bu ilk izlenimler yazısı, bir edebiyat metni olarak aşağıdadır.

Bu blog ise hep aşağıdaki o ilk izlenimlerle ve Kapadokya kapsamında sizinle birlikte olacak. Şimdi, on yılı aşan ilk gözağrısı yazıyı o tül gibi düşsel görselliklerle birlikte izleyelim. Stockholm, 19 Eylül 2009

Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez

Burası Kapadokya! Bu plato yer yer yumuşak yükselişlerle zig zaglar çizerek kimi içsel oval çemberlere dönüşür; bedenlerinden kurtulmuş ruhlar dünyasının dondurulmuş görüntüsünü temsil eder kimi... İşte şurada cinlerin külahlarını göreceksiniz, biraz ötede hortlaklardan geride kalan maskeler dünyasını...

Biraz öteden aynı benzer objeye baktığınızda apayrı bir fantasya çıkar karşınıza. Gerçeğe dönüşürken, doğaya sığınmış masal kişilerinin katmerlenmiş siluetleri uzaktan seyredenleri çekip hülyalara götürür.
Kümbetlerle sıra sıra zincirlenmiş hoş bir estetiğin erotik simgelere benzeyişi de vardır bu tepelerde... Dondurulmuş su dalgalarının köpük köpük üstünüze gelip tam sizi altına alacağı sırada, mıhlanıp orada duruşunu bir büyü gibi göreceksiniz!

Doğa, kimileyin akışkan ırmak/su akıntısına benzer yaban izlenimi verirken, apansızın utangaçlaşır, içe döner, yürüyüşe davettir bu. Küstüğünü görebilirsiniz bu doğaçtan güzelliklerin ki, insandır bu hüznü veren ona da. Kimselerin keşfedemediği çok ayrı bir açıda durduğunuzda ayaklarınızın altını kazıp duran yılkıların uçuşan yelesine dönüşür bu topraklar, tepeler, ova, kanyonlar.. vadiler...

On binlerce vahşi at, grafiksel çemberler halinde bir koşuya durmuştur. Hattuşa’dan Orantes’e giden on bin tane at.

Evet! Mağrur Mısır Kralı II. Ramses’in yüz binlik ordusunu (İÖ. 1296), Kapadokya’dan giden on bin tane at, Kadeş’te, Orantes Irmağı’nın orada yendi.
İki Hititli savaşçıyı, iki tekerlekli savaş arabalarıyla alıp götüren atlar orada aslında Kapadokya’nın at şekline bürünmüş mistik cinleriydi. Pegasus söylencesini işte bu atlar yaratmıştır!

Kayseri’den Ankara’ya giderken yolum büyülü bir düşten geçti. Kapadokya Söylenceleri denilir bunun bütününe!

Roma İmparatorluğu iktidar güçlerince kovalanan rahiplerin, Kapadokya’yı sığınak ve yurt seçmeleri boşuna değildir. Hepsi gelip, sonunda anne tanrıça Ma’ya, Anadolu’ya sığınmışlar...
Otobüs tam vaktinde kalktı. Kayseri’yi serin sabahın telaşsız koynunda bırakıp vadiye çıktık. Araç boş, birkaç kişi arkada uyku kovalıyor. Ben Kaptan Adem Baba’nın arkasında, iki numaralı locadayım! Otobüsü süren Kaptan, Peri Hazineleri konusunda konuşmayı seviyor ben dinliyorum. Yanlarda şahlanmış atların yelelerine benzer siluetler görüyorum. Kazara soruyorum: ‘Adem Baba burası neresidir?’

‘Burası’ aynadan bıyıkaltı gülüşüyle alaylı/şakalı bakıyor; ‘Peri Hazineleri’nin memleketi. Bilmiyor muydunuz Beyim?’

Şaşkınlığımdan çok hızla yararlanıyor: ‘Türkçeyi bizden iyi konuştuğunuza göre Beyim, ben de sizi Türk sanmıştım!’

‘Ben,’ mırıldanıyorum, ‘Antonio Gaudi’nin (1852, 1926) memleketine geldik sandıydım...da.. Adem Baba!’ Adem Baba, beni gırgıra alıyor celallenmeden önce: ‘Vah vah! Yalınayak çarıklarıyla dünyayı dolanmış fakat Peri Memleketi’ni bilmiyor! Gaudi, Maudi! Bu gavur da kim?’

Bu sırada bir kasabaya girmişiz. Adem Baba celallenmiş.. otobüsü durdurdu, yana geçip ön kapıyı açtı: ‘Beyim otobüsten inin lütfen,’ dedi. ‘Türkiye’ye gelip Peri Bacaları Memleketi’ neresidir bunu bilmeyen yabancıdan hiç hazetmem! Yine şansınız varmış! Türk’üm deyip de burayı görmeyenlerin alnını karışlarım ben!.. Bereket yabancısınız!’

Evet! Kayseri’den Ankara’ya yolum büyülü rüyadan geçti.

Adem Baba otobüsü gazlayıp uzaklaşır uzaklaşmaz biraz ötede karşı sıradaki Tourist Office bürosunda soluğu aldım. Turizm Müdürü İhsan (Tarhan) Bey’e kendimi gariban bir İngiliz gezgin diye tanıttım. Çantam otobüste kalmış meğer! Tarhan Bey:‘Burası Ürgüp! Şimdi icabına bakarız,’ dedi. Birlikte garaja yürüdük. Çantam orada beni beklemekteymiş.

‘Peri Hazineleri diye söylenen yerlerden birisine sizi götürebilirim,’ diyen Tarhan Bey, gönül almak ve bana yardımcı olmak istiyor. Pancarlı Kilisesi’ne sürdük. Define Karanlık Kilise’deymiş! Kapadokya doğa kültür varlığı hakkında yazılı anlatılar yitmiş! Karanlık Kilise denilen saklı mağara sanat tarihi, pagan erken Hıristiyan mistisizmi açısından hazinedir.

Günümüze varmış bir mucizedir, bir tansıktır.


Tekin Sonmez,Cappafantastica Kapadokya, Deneme/Söyleşi, NisMedia Yay., İkinci basım, Ocak 2008, İst.